Yolunu değiştirdi. Birden, çarpıntısı azalmaya başladı. Oradan uzaklaştıkça kalp atışları yavaşladı, nefesi düzene girdi. Fakat günler geçtikçe fark etti ki… her ne zaman o sokaktan geçse, kalbi aynı şekilde çarpıyordu. Sanki orada bir şey, belki bir hatıra, belki de kader, onu çağırıyordu.
Bir sabah, içindeki sese kulak vermeye karar verdi. “Kalbim bana yol gösteriyor olmalı,” diye düşündü. Sonra hangi yönde kalbi hızlanıyorsa, o tarafa yürümeye başladı. Önce sağa saptı; çarpıntı azaldı. Sola döndü; kalbi yeniden deli gibi atmaya başladı. O da o yöne ilerledi, hiç düşünmeden, sadece kalbinin pusulasına güvenerek. Dar bir sokaktan geçti, sonra geniş bir caddeye çıktı. Az ileride bir otobüs durağı vardı. Üç kişi bekliyordu orada. Başını eğdi, kimsenin yüzüne bakmadı. Ama birkaç adım uzaklaştığında, kalbi birden yavaşladı. Durdu, derin bir nefes aldı. Sonra tekrar döndü. Bu kez, telefonla konuşan bir kızın önünden geçerken kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. O an anladı: Kalbi onu buraya, bu kıza getirmişti.
Birkaç saniye öylece durdu. Kız hâlâ konuşuyordu; belli ki tatsız bir meseleydi, yüzündeki ifade gergindi. Bir aşağı bir yukarı yürüyordu, ama onu fark etmiyordu. Delikanlı, Can, gözlerini ondan alamıyordu. Bugüne kadar hiç görmediği, ama rüyalarında her gece karşılaştığı o yüz… şimdi birkaç adım ötesindeydi. Kalbi, yıllardır aradığı kişiyi tanımıştı ondan önce.
Telefon kapanırken, kız bir an başını kaldırdı. Bir çift gözün kendisine dikkatle baktığını hissetti. O tarafa döndü. Ve o anda zaman durdu.
Telefon parmaklarının arasından kayıp yere düşerken, Can ani bir refleksle uzanıp yakaladı. Ama gözleri hâlâ Dilsu’nun gözlerindeydi. İki yabancı, iki yarım, iki kalp…bir anın içinde birbirini bulmuştu.
Dilsu, hiçbir şey söylemeden baktı ona. Can’ın dudakları titredi, ama sesi çıkmadı. Çünkü o an, sözlerin değil kalbin zamanıydı.
Ve büyük bir aşk hikâyesi… işte tam orada, o otobüs durağında başladı. Kalbin götürdüğü yerde.




