29 Kasım 2025 Cumartesi

KALBİN YOLU

      Delikanlının kalbi göğsünde davul gibi çarpıyordu. “Nereden çıktı bu çarpıntı yine?” diye sordu kendi kendine. Daha yeni gitmişti doktora; “Bir şeyin yok,” demişti adam gayet sakin bir sesle. Ama şimdi, sanki biri göğsünün içinden kalbini avuçlamış da bırakmıyormuş gibi bir his vardı içinde.

    Yolunu değiştirdi. Birden, çarpıntısı azalmaya başladı. Oradan uzaklaştıkça kalp atışları yavaşladı, nefesi düzene girdi. Fakat günler geçtikçe fark etti ki… her ne zaman o sokaktan geçse, kalbi aynı şekilde çarpıyordu. Sanki orada bir şey, belki bir hatıra, belki de kader, onu çağırıyordu.

     Bir sabah, içindeki sese kulak vermeye karar verdi. “Kalbim bana yol gösteriyor olmalı,” diye düşündü. Sonra hangi yönde kalbi hızlanıyorsa, o tarafa yürümeye başladı. Önce sağa saptı; çarpıntı azaldı. Sola döndü; kalbi yeniden deli gibi atmaya başladı. O da o yöne ilerledi, hiç düşünmeden, sadece kalbinin pusulasına güvenerek. Dar bir sokaktan geçti, sonra geniş bir caddeye çıktı. Az ileride bir otobüs durağı vardı. Üç kişi bekliyordu orada. Başını eğdi, kimsenin yüzüne bakmadı. Ama birkaç adım uzaklaştığında, kalbi birden yavaşladı. Durdu, derin bir nefes aldı. Sonra tekrar döndü. Bu kez, telefonla konuşan bir kızın önünden geçerken kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu. O an anladı: Kalbi onu buraya, bu kıza getirmişti.

   Birkaç saniye öylece durdu. Kız hâlâ konuşuyordu; belli ki tatsız bir meseleydi, yüzündeki ifade gergindi. Bir aşağı bir yukarı yürüyordu, ama onu fark etmiyordu. Delikanlı, Can, gözlerini ondan alamıyordu. Bugüne kadar hiç görmediği, ama rüyalarında her gece karşılaştığı o yüz… şimdi birkaç adım ötesindeydi. Kalbi, yıllardır aradığı kişiyi tanımıştı ondan önce.

   Telefon kapanırken, kız bir an başını kaldırdı. Bir çift gözün kendisine dikkatle baktığını hissetti. O tarafa döndü. Ve o anda zaman durdu.

  Telefon parmaklarının arasından kayıp yere düşerken, Can ani bir refleksle uzanıp yakaladı. Ama gözleri hâlâ Dilsu’nun gözlerindeydi. İki yabancı, iki yarım, iki kalp…bir anın içinde birbirini bulmuştu.

    Dilsu, hiçbir şey söylemeden baktı ona. Can’ın dudakları titredi, ama sesi çıkmadı. Çünkü o an, sözlerin değil kalbin zamanıydı.

   Ve büyük bir aşk hikâyesi… işte tam orada, o otobüs durağında başladı. Kalbin götürdüğü yerde.

17 Mayıs 2024 Cuma

YALAN!

        Ne diyordu kayahan şarkısında; yılandan korkmam yalandan korktuğum kadar! Haksız mı? Sonuna kadar haklı, keşke yanılsaydı. İnsanoğlu kötülükten ne anlıyor, kötülük yaptıkça mutlu olup, kaostan mı besleniyor. Toplum olarak ne ara bu kadar kötü, kinci, iki yüzlü olduk. Kimin eli kimin cebinde hayatlar yaşayıp, insanları yargılar olduk. Galiba ortadoğunun laneti bu, artık başka bir açıklama bulamıyorum. Müslamanız deyip, hak hukuk tanımadan insanların hakkını gasp edip, bunu yaparken haklı kılıflara uydurmak nasıl bir aymazlıktır!

    Herkes birbirine yalanlar söyleyip mutlu olmayı bekliyor. Birileri sürekli birilerini dolandırıyor, kendileri daha rahat yaşamak adına fakir fukaranın hayalleriyle oynuyor. İnsanlarımız o kadar uzun zamandır geçimle imtihan ediliyor ki, hele bu ara kuruş kuruş hesap yapıp geçinmeye çalışırken, kendince uyanık geçinen tayfa bu insanlarından zaaflarından ve zayıflıklarından faydalanıp, ellerinde olan yada bazan olmayan 3 kuruşu alıp ceblerine atıyorlar.

   Yalanın iyisi kötüsü var mı? Büyüğü küçüğü varmı? Bence yok. Her ne kadar dini inancımız da üç durumda yalan söylenebileceği anlatılsa da, yalan yalandır kardeşim. Küçüğü büyüğü, beyazı karası olmaz. Toplum olarak artık kendimize gelmemiz şart.

   Ne diyordu hadisi şerif, siz nasılsanız öyle yönetilirsiniz. Yalancı, torpilci ve liyakatsiziz demekki öyle de yönetiliyoruz. Yönetilmeyi hükümet yönetimi olarak daraltmayın, bina yönetimlerinden okul yönetimine, işyerleri yönetimlerinden hastane yönetimlerine kadar, yani yerel ve kamu diyelim.

   Sözün kısası yalan söyleyerek sadece kendinizi kandırırsınız. Bir gün mutlaka çıkar ortaya gerçekler. 100 yıl sonra yada biraz sonra ama mutlaka. Çünkü gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir alışganlığı vardır.

5 Şubat 2024 Pazartesi

 


                 UYKUNUN EN TATLI YERİNDE

            Soğuk ve yağmurlu bir pazartesi gecesinin sabahına büyük bir sarsıntıyla uyandık. Korkuyla karışık çığlıklar arasında ne yapacağımız bilemeden sağa sola savrulduk. Ne yatıp kapanıp başımızı korumak geldi aklımıza ne de yatağın kenarına kıvrılıp beklemek. Kimimizin aklında çocuklarına yetişmek vardı, kimimizin aklında anne ve babasına… Bazılarımız sarsıntı başladığın da uyanıktı ve hemen dışarı çıkmaya başladı, bazılarımız sarsıntının bitmesini bekledi. Ve sonunda dışarı attığımız da kendimizi yerde iki karış kar, ahmakıslatan şeklinde yağan yağmur ve korkuyla sağa sola giden, arabalarıyla yola çıkmaya çalışan insanlar vardı. Ve artçılar devam ederken biz ne yaşadık neydi bu diye düşünürken sürekli kuruyan boğazlarımızı içtiğimiz hiçbir suyun ıslatmadığını fark ettik…

      Yola çıktık sonra bir çoğumuz, çıkmaz olaydık dediğimiz yollara… Yıkılmış köprüler karşıladı önce bizi, sonra kırılmış, çökmüş, kaymış yollar…o köylerden geçerken görünmeye başladı depremin yıkıcı büyüklüğü…devrilmiş mısır siloları, katmer gibi üst üste yıkılmış gece kondu tipi evler, arka ayakları yada ön ayakları kırılmış yan yatmış evler, toz yığını gibi yıkılmış apartmanlar, yolda depreme yakalanıp kaza yapmış çok kötü durumda arabalar, acaba içinden sağ çıktılar mı diye düşünmemek elde değil. Bağıran çağrışan insanlar, bir köşede ateş yakmış başında ağlaşanlar, yardım etmeye çalışanlar, uzaklaşmaya çalışanlar… küçük kıyametti yaşadığımız.     

        Uykunun en tatlı yerinde yakaladı hepimizi, bazılarımızı aldı götürdü gerçek dünyaya, bazılarımızı bıraktı… ve biz bir tarafımız yaralı yaşamak zorundaydık, devam ettik yaşamaya. Daha önceki depremlerden alınmayan dersleri almaları için herkesin, özellikle yönetimlerin - 6 şubat 2023 saat 04:17 – bu günü bu saati unutturmamak için elimizden geleni yapacağız. Yitip giden hayatların, öksüz-yetim kalmış evlatların, bir bacağı, kolu kesilmişlerin, enkaz da günlerce yardım bekleyenlerin hesabını sormaya devam edeceğiz.

        Uykunun en tatlı yerinde hepimizin ruhuna kalbine derinden bir keder, derinden bir kahır yerleşti o gece, o ayaz soğuğuyla birleşip kor oldu kavurdu hepimizi acıyla…

    Bir daha böyle büyük acılar yaşamamak dileğiyle…

5 Haziran 2023 Pazartesi

                          Gerçek Hep Çıplaktır!

    Bu yazımda sizlerle  okuduğum güzel bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Bazan hikaye gibi gelen anlatımların aslında ne kadar gerçeğe yakın olduğunu görüyoruz.

 

        19.yüzyıl efsanesine göre; gerçek  ve  yalan bir  gün buluşurlar.  Yalan doğru söyler ve "bugün hava çok güzel"der. Gerçek ona bakar ve gözlerini gökyüzüne kaldırır. Gün gerçekten çok güzeldir, doğru söylemesine şaşırmıştır. Bir kuyunun önüne gelene kadar birlikte zaman geçirirler. Yalan hep doğru söylemektedir. 

         Yalan;"su çok güzel, birlikte banyo yapalım!"der.

        Gerçek, bir kez  daha  şüpheci  bir şekilde suya dokunur,  su gerçekten  güzeldir.  Ona inanıp soyunur  ve yüzmeye başlarlar.  Yalan  bir anda sudan  çıkar,  gerçeğin kıyafetlerini giyerek kaçıp kayıplara karışır. Kızgın gerçek, kuyudan çıkar, yalanı bulmak ve kıyafetlerini geri almak için her yere  gider.  Dünyada  çıplak  gerçeği görenler onu hor görmekte ve öfkeyle bakmaktadır.  Zavallı gerçek kuyuya geri döner ve sonsuza kadar ortadan kaybolur. 

         O zamandan beri yalan, dünyanın her yerinde gerçek gibi giyinmiş ve içimizde yaşamaktadır. Dünya ise hiçbir şekilde çıplak gerçeği görmek istememektedir. Herkesin vicdanı bu kadar rahatsa bu kalbi kim kırdı?!!

        İşte böyle bitiyor hikaye,bu kalbi kim kırdı? Çoçukken hiç sevilmeden büyüyen  yetişkinler mi? Gerçek gibi görünen, yalanlar söyleyen insanlar mı? Ara ara çıksada ortaya gerçek, hani çıplak kalmış ya, çıplak diye bakmak yada görmek istemiyorda insanoğlu, inanmadan bakıp geçiyor mu yanından...

 

 

 

8 Kasım 2022 Salı

                                         YENİDEN MERHABA!

      Uzun zamandır yazamıyordum. Hayat koşusturmacasından fırsat bulup yazmak, yazmaya zaman ayırmak, bazan ne kadar da zor oluyor. Yeniden merhaba diyorum benim yazdıklarımı okuyan, okumaya zaman ayıran herkese...ne de olsa ünlü biri değilim yada bazıları gibi kelimeleri çoşturamıyorum...henüz.

      Bu yazımda bahsetmek istediğim konu günümüz insanlarının yada benden sonraki neslin ne kadar da nezaketten yoksun olduğu üzerine olacak. Ben 20 li yaşlarımdayken çok içine kapanık utanğaç, çekingen biriydim. Ama buna rağmen bir ortama girdiğimde selam vermeyi ihmal etmezdim. Bir gün işe gitmek için servise binip 'günaydın' dediğim için bana çikolata uzattı bir abimiz. Şaşırdım tabi 'Ercan abi hayırdır bu ne?dedim. O da bana 'servise binerken günaydın diyenlere ikram ediyorum, günaydın demeyene yok' dedi. Kulağı çınlayasıca Ercan abimiz hep düşünceli ve kibarbir gençti ve insanları kaynaştırmak adına böyle bir yol bulmuştu. İlerleyen yıllarda zaman zaman bende denedim bunu. Ama şimdilerde ne denerseniz deneyin, hele gençler hiç iyilikten, güzellikten almıyor. Servisler bile bir garip olmuş. Herkesin bir koltuğu var, zannedersin tapulu koltuklar. Düşünsenize en uzak mesafede servise binip en arka koltukta 1 saat boyunca bütün şehri dolaşıp iş yerine ulaştığınızı,ben düşenemiyorum, koltuk savaşlarını anlamış değilim. Neyse ki maddi imkanlarım dahilinde servis kullanmak zorunda değilim. Yoksa kafayı yerdim.

   İnsanların bir kapı tıklamadan aciz, odaya dalmalarından, bir selam dahi vermekten aciz olmalarından daha kötü ne olabilr ki! Oysa bir merhaba demek benden sana zarar gelmez demek değil midir? Hz.Mevlana ne demiş 'yaratılanı sevdik, yaratandan ötürü'...Ne güzel demiş. Birçoğumuz bu inanç ve felsefe ile hareket etsek de, bir çoğumuz da durum tam tersi gibi görünüyor. Eskiden okumuş adamlar çok rağbet görürdü. Lise bitiren kişi öğretmenlik yapabilirmiş. Ama şimdi etrafımız okumuş eşşeklerle dolu, malesef. Çift diplomalı lafını sözünü bilmeyen, hiçkimseye saygısı olmayan şahışlarla dolu...

    Bu şahışlar hangi kuşak acaba, ne Y, ne Z, ne de bir başkası...Böyle bir kuşak olamaz,olmamalı. Yine iş ana-babalara düşüyor. Çoçuk yetiştirme işine biraz daha özen mi göstersek. Ne dersiniz? Sanki yeterince özen göstermiyoruz en azından doğru tarafdan değil!!!

20 Kasım 2021 Cumartesi

                                                                    ÖN YARGI

    Kırsal alanda yaşayan bir anne günün birinde yaralı bir gelincik bulur. Gelincikler ne kadar vahşi hayvanlar olsa da, kadın hayvana yardım eder. Onu evine götürüp bebek gibi bakar ve iyileştirir. Öyle ki gelincik ev halkından biri olmuştur. Annenin bebeğinin oyun arkadaşıdır. O kadar alışırlar ki, kadın hayvanın vahşi olduğunu unutur. Bir gün evde bebeğiyle gelinciği yalnız bırakıp dışarı çıkar. Eve döndüğünde gelinciği kanlar içinde bulur. Ve kendine kızar -nasıl olurda bu vahşi hayvanla bebeğimi evde yalnız bırakırım. İnanamıyorum- diye düşünürken, tüfeği kaptığı gibi gelinciği oracıkta öldürüverir. Sonra odaya bebeğinin yanına doğru gider, çok üzgün ve ağlamaklı. Bebek yatağında mışıl mışıl uyumaktadır. Biraz eğilince bebeğinin başucunda parçalanmış olan yılanı görür. Ve bir hata yaptığını anlar, ancak çok geçtir, gelincik ölmüştür.


     Ön-yargı, insanların en tehlikeli duygusudur. Hata yapmanızı neden olur. Sağlıklı düşünemezsiniz. Belki de aslında çok iyi arkadaş olacağınız bir insanı sırf birisi bir huyunu beğenmedi diye,tanımadan yargılayıp uzaklaşırsınız. Ne kaybettiğinizi ya da ne kazanacağınızı bilmeden...Bazan birisinin bir şey demesine gerek yoktur. Tıpkı hikayemizde olduğu gibi görünüşe aldanır hatalı adımlar atarsanız. Yanlış yaptığınızı kavrayacak kadar kibirli değilseniz, yanılgının verdiği hüznün kıyısından dönüp hatanızı telafi edersiniz. Tersi durumda ne kaybettiğinizi bilmenizin yolu yoktur yada bazıları gibi görmezden gelip yaşamaya devam edersiniz.

   Ön-yargı bazan büyük savaşları başlatır. Bu savaşlar önce insanların kendi içlerinde başlar. Bir bakışından nem kaptığınız, tek sözünden irkildiğiniz insanları görmek ve dahi seslerini duymak istemediğiniz, saniyeler,dakikalar,saatler belki de günler birbirini kovalar. Yaşamaya devam etmek bu algıyı kırmaktan daha kolaydır. Hem kendinize hem karşınızdakilere haksızlık edip, yaşamaya devam edersiniz. Ne demiş büyük üstad Albert Einstein "Ön yargıları parçalamak, Atomu parçalamaktan zordur".

  Saygı ve sevğilerimle...

2 Mayıs 2021 Pazar


 

                                   Hayat

           Ne garip şeydir yaşamak ya da yaşamaya çalışmak. Her türlü kötülüğe rağmen yada talihsizliğe karşı ayakta dimdik durabilmek. Dürüst ve yalansız olabilmek, sevebilmek ve kendini sevdirebilmek. Off! Ne kadar zor şeyler bunlar. Peki kaçınız ben dürüstüm diyebilir içinizde, kaçınız yalansızım, kaçınız sevmeyi biliyor, ya sevilmenin o müthiş tadını bilen var mı? Bunları istemek yanlış mı ya da suç? 

           Zaten zor olan hayatı neden içinden çıkılamaz hale getiriyoruz. Bu kadar kötülük karşılıksız mı kalacak,  zannediyoruz. Evrende bir toz zerresinin üzerinde yaşayıp da kendini dev aynasında gören bir başka varlık daha var mıdır? Hiç sanmıyorum.

           Birbirimizi kırıp incitip sonrada hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam edip gidiyoruz. Ne zaman bu kadar kötü olduk. Bir taraftan açlıktan ölenler varken, bir tarafta alabildiğine lüks içinde yaşayıp ölenlerin olduğu bir dünyada, nasıl bir  adaletten söz edebiliriz. Peki bu adaletsizliğin kaynağı nedir. Bazı insanların kendini çok büyük görmelerinden kaynaklanıyor olabilir mi? Ve bazı insanların da kendini değersiz görmesinden.

             Ne garip değil mi? Yaşamak! Bir gün herkesin eşit şartlarda yaşadığını görmeyi çok isterdim ama bu pek mümkün görünmüyor. Çünkü adaletin artık unutulduğu bir dünyada böyle bir arzunun gerçekleşmesi imkansız.

19 Nisan 2021 Pazartesi

 

                                       Korkarak Yaşanmaz!

       2020 yılı feleketler yılı olarak anıldı. Üst üste bir çok doğal ve insanlardan kaynaklı sıkıntılı ve üzüntülü zamalardan geçtik. Şüphesiz herkesi en çok etkileyen covid-19’un sebeb olduğu pandemiydi ki hala devam ediyor. Türkiye’de yayılmaya başladığını açıkladıkları ilk günden itibaren “eski normali unutun,yeni normalimiz artık bu” diyerek bir takım kurallar getirildi. Sosyal mesafe kurala ki aslında bu ifadenin doğrusu FİZİKİ mesafedir. Elleri sık sık yıkayın,dezenfekte edin denildi. Bir saat içinde defalarda yıkanan eller kuruyup çatlamaya yara dökmeye başladı. Maske kuralı cezasıyla birlikte bir girdi, pir girdi hayatımıza öyle ki, alışveriş için girdiğimiz her dükkanda hoşgeldiniz denmeden önce maskenizi takın denilmeye başlandı. Bence sorumluluk sahibi insanlara bunu söylemenize gerek yok ama insanlık hali bazan unutabiliyoruz. Sonuçta bunu diyen esnaf kaybetti, maskenizi takın diyen hiçbir mağazaya bir daha gitmedim. Tahmin ediyorum ki bir çok kişi aynı şeyi yapmıştır.

      Gelelim sağlıkla ilğili olan en önemle kısma, aslında sürekli maske takmak bizi hastalıklardan korumuyor tam tersine hastalıklara davetiye çıkarıyor. Ara ara bunu açıklayan bilim insanlarını bir daha göremedik tv kanallarında.  Atalarımız ne demiş “doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar”. Ne kadar doğru bir tespit, özellikle günümüzde doğru insanların yeri yok. Neyse bu konu başka bir günün yazısı olsun, maske konusuna devam…    


    Kullandığımız maskelerin kumaşı plastikten maalesef.  Pamuk kullanılmadığı için çok sağlıklı değiller. Bugün bize dayatılan maskelerin sebeb olacağı hastalıklar önümüzdeki günlerde ortaya çıkmaya başlayacaktır. Hatta geçen haftalarda bir haber yayınlanmıştı ama şimdi web te aratsanızda bulamıyorsunuz. İşlerine gelmeyen herşeyi hemen yok ediveriyorlar.

    Çin’de hastalık ilk ortaya çıktığında servis ettikleri görüntüleri hatırlıyor musunuz? Sırada beklerken pat diye yere düşen insanlar, titreyerek yere düşenler. Bence o görüntüler covid olan değil epilepsi krizi geçiren insanların görüntüleriydi. Hastalığı o görüntülerle servis ettiler ki, insanlar korksun evden çıkmasın. İşe yaradı mı? Valla çok güzel yaradı, pandeminin başlamasından itiraberen evden hiç çıkmayan insanlar biliyorum. Herkesle iletişimi kesip eve kapanan ve ailecek covid olanları duydum. İlginç değil mi? KORKU…ve küresel güçler insanları yönetmenin en kolay yolunun onları korkutmaktan geçtiğini keşfettiler. Bununla da kalmadılar uygulamaya geçtiler. Oysa bir can borcumuz yokmuydu yaradana, ölüm sebebimiz sadece ölmeye bahanemiz değil diydi? Nerde kaldı bizim inancımız?

   Covid tıpkı diğer grip virüsü gibi bir virüs en nihayetinde. Normal girip virüsü de her yıl 650 bin insanı öldürüyor. İşte korku covidin sizi öldürmesini kolaylaştırıyor. Bu konuyla alakalı instagram üzerinden Barış Muslu’ yu takip etmenizi öneririm. Sevdiklerimizle görüşemiyoruz, çünkü korkuyoruz ya hastalık taşıyorsak onları hasta edersek. Birbirimizden korkuyoruz, asansörde karşılaştığımız komşumuzdan, yolda karşımızdan gelen arkadaşımızdan(tabi maskenin altında olanı tanıyabiliyorsak) vs..vs..sonuç olarak demem o ki…Şebnem Ferah’ın da şarkısında söylediğ gibi “korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredersin”…dinlemek isterseniz linkini aşağıda bulabilirsiniz.

    

Şebnem Ferah - korkarak yaşıyorsan

 

 

 

KALBİN YOLU

      Delikanlının kalbi göğsünde davul gibi çarpıyordu. “Nereden çıktı bu çarpıntı yine?” diye sordu kendi kendine. Daha yeni gitmişti dokt...